Toplumsal Olarak Yeniçeriler – Yeniçerilerin Topluma Etkisi ve Gücü Nedir?

Yeniçerilerin 16. yüzyılın sonuna doğru başlayan sayısal büyümesi doğal olarak Ocak üyelerinde niteliksel anlamda bir değişimi de beraberinde getirmişti. Bu kapsamda onların sosyal ilişkileri ve bu ilişkilerde korudukları askeri pozisyonları toplumsal anlamda oynadıkları rolü de kritik hale getirmiştir.

Yeniçerilerin bu niteliksel değişiminin yanında Osmanlı yönetici sınıfının son iki yüzyılda giriştikleri ıslahat politikalarının temel felsefesi olan ve Faroqhi’nin (2013: 91) “Osmanlı pragmatizmi” dediği maslahatçı tavır da maalesef kaybedilen savaşlar, terk edilen topraklar, gerçekleşen mülteci akınları ve artan fiyatlar ile halkı boğuyor ve bu tavra karşı muhalif bir tabanın doğmasına neden oluyordu. Bu süreçte yeniçerilerin en önemli sosyoekonomik pozisyonu belirmiş oluyordu. Bu da yeniçerilerin pazar ve diğer ilişkileri ile halka nüfuz edip halkın politik sesi olmasıdır.

Toplumsal Bir Erk Olarak Yeniçeriliğin İlgası osmanlı devleti

Tarihsel olarak ekonomik kaynaşmanın toplumsal anlamda da bir sonucu olmuştur. Mardin’in ifadesiyle “tipik bir Osmanlı vatandaşı” muhtemelen, yönetim mekanizmasının bir parçası olmaktan ziyade, bir loncanın üyesi idi. (Mardin, 2015: 188) Özellikle 18. yüzyılda başlayan yeniçeri ve lonca yakınlaşması ile yenileşmeye muhalefet bu anlamda daha bir güçlenmiş ve toplumsal bir taban bulmuş oluyordu. Bu bağlamda yeniçeriler ise padişaha bağlı kapıkulu ocaklarının piyade kısmıdır.

Yani vergiden muaf olan askeri zümredendir. Esnaf ve yeniçerinin tek bir kişinin kimliği haline dönüşmesi ise güçlü bir reaya demek olup yeniçerilik kurumunun bozulmasının hem bir sebebi hem de bir sonucu olarak sunulmaktadır. (Kaya, 2013: 190) Nihayetinde toplumun farklı kesimlerinin birbirleri ile sosyal ilişkileri derinleşip Osmanlı klasik düzeni bozuldukça toplumun politik gücünü oluşturan üçlü bir birlik oluşmuştur. Bunlar; ulema, yeniçeriler ve halk (işçi/esnaf) olarak sayılabilir.

Bu üçlünün iktidarı elinde bulunduran saraya karşı muhalefeti yüzyıllar içinde birçok vakaya neden olmuş hatta padişah kanının bile dökülmesine sebep olmuştur. Osmanlı düzeninde yeniçerilerin alt tabaka savunusunu üzerine alan bu saldırgan ruhu için Şerif Mardin (2015: 231) “yeniçeri ruhu” demektedir. Niyazi Berkes (2011: 118) de yeniçerilerin bu değişimini ve kurduğu ittifakları Osmanlı modernleşmesi yolunda en büyük engel olarak görmektedir.

Esasen bu muhalif ses, politik anlamda güçlü olmasını da yeniçerilerle sağlıyordu. Ocağın kaldırılması ile birlikte Osmanlı düzeninde yaşanan değişimler de Ocağın, daha doğrusu Ocak mensuplarının halkın politik sesi olması gibi kritik rolünün görünür olmasını sağlamıştır. Nitekim Osmanlı’nın değişen yapısının ilk nesillerinden olan Yeni Osmanlıların içinde de buna değinenler çıkmıştır. Yeni Osmanlılar 1826’da yeniçerilerin ortadan kaldırılması ile

birlikte, Osmanlı siyasi siteminde Bâb-ı Âlî bürokratlarının gücünü ve nüfuzunu dengeleyecek birleşik bir toplumsal zümrenin kalmadığı inancında idiler. (Namık Kemal, 2014:151) Namık Kemal 26 Eylül 1869 (14 Eylül 1285) tarihli ve ‘Usûl-i Meşveret Hakkında Mektuplar-I’ başlıklı makalesinde bu hususu şöyle açıklar: “Devlet-i Aliyye ta yeniçeriler kalkıncaya kadar yine irade-i ümmet ve binaenaleyh bir nev’- i usûl-i meşveretle idare olunurdu. Meb’ûsâna vereceği hakk- ı nezareti, ahali bi’n-nefs kendi icra ederdi.” (2014: 161)

Namık Kemal’e göre (2014) Osmanlı sistemi esasen ulemanın hükümde/yasamada, padişah ile vezirlerin yürütmede ve halkınsa silahlı gücü(yeniçeriler) yanına alarak yürütmenin faaliyetlerini kontrol etmede oynadığı rol itibariyle “hürriyetin derece-i ifratına varmış bir hükümeti meşruta” olarak nitelendirilebilirdi. Bu noktada Keçecizade de devlet yönetiminde yeniçerilerin elimine edilişini ve bürokrasinin devamını çok güzel ifade eder: (L. Doğan, 2000: 56)

“Bizler üç taife idik: Biri ulema, biri ricalü ketebe, biri ocaklı. Üçümüz de mürur-ı ezmine ile bozulmuş idik. Ocaklıdan farkımız bu ki biz i’tiraf-ı kusur idüp şevketlü padişahımızın afv ü merhametine sığınup oturduk. Anlar bulundukları hale mu’telif olmayup dürlü dürlü hıyanet ü habaset eylediler. Anınçün mevla-ı müte’al kahr ü tedmir eyledi. Biz i’tiraf-ı kusûr ile kurtulduk.”

Bu noktadan bakınca yeniçerilerin güç kaybetmesiyle birlikte diğer sınıfların önemini kaybedeceğini tahmin etmek zor değildir. Yani yeniçerilerin kaldırılmasıyla birlikte ulemanın ve halkın politik söyleminin güçlü bir ses olarak zikredilmesi zorlaşmıştır. Nitekim 1829’da Hariciye Nazırı Pertev Efendi, devleti oluşturan dört temel sınıfı sayarken artık ulemayı zikretmeye bile gerek görmemiş ve öncelikle ‘seyfiye’ ve ‘kalemiye’yi dikkate almıştır. (Mardin, 2015:171) Ocağın ilgasının hemen ardından böyle bir yaklaşımın getirilmesi tesadüf olamazdı.

Bu bağlamda Donald Quataert (2013) de yeniçeriler hususunda bize sosyo-ekonomik bir çerçeve çizen tarihçilerdendir. Quataert, yeniçerileri işçilerin silahlı gücü olarak görmektedir. Ona göre ilga da bir nevi işgücüne karşı yapılmıştı. Bu açıdan Quataert’in zaten yeniçerilerin halk ile ilişkisine önem vererek eserini yazdığını vurgulamak gerekir. Çünkü Quataert (2013: 297) niyetini açıkça ifade ederek “bu kitap ne kadar eksik olsa da Osmanlı tarihine halkı katmak için katkıda bulunuyor” demektedir.

Quataert, yeniçerilerin ekonomideki rollerine dair alıntıların genelde devletin tarih yazıcılarının (özellikle Esad Efendiyi eleştiriyor) eserlerine dayandığından yakınıyor. Doğal olarak ilgayı meşrulaştırıcı bir girişim olarak, ekonomik anlamda yeniçeri faaliyetlerinin aleyhte örneklerden aktarılan tek yanlı bir üslubu olduğunu vurguluyor. Özellikle 18. yüzyılın tamamı ve 19. yüzyıl başı vurguladığı alanlardır.

Quataert’e göre yeniçeriler 1740’tan itibaren ekonomik ve politik çıkarlarını gözetmeye başladılar. Ancak neden 1740 ile başladığı konusunda ciddi bir açıklama göremiyoruz. Ancak Quataert ve Kafadar’ın birleştiği bir husus var ki o da yeniçerilerin esnafın alt kadrolarını oluşturduğu konusudur. Bu bağlamda yeniçeriler şehrin dışından gelmiş ve hayatta kalmaya çalışan tipler olarak karşımıza çıkabilmektedir. Ancak yine bu iki ismin ayrıldığı net noktalardan birisi de Quataert’in yeniçerileri işçinin ve alt sınıfın haklarını koruyan bir grup olarak görmesinin aksine Kafadar’ın yeniçerileri haraç toplayan gangsterler olarak görmesidir.

Faroqhi de yeniçeriliğin kaldırılmasının alt tabakanın güçsüzleşmesine neden olduğunu düşünenlerden. Yine ilga ile birlikte halk ve padişahın bürokrasi karşısında birleştiğini söylemektedir ki bu noktada 31 Mart vakasını da iyi bir örnek olarak sunmaktadır. Bu durumu, yani padişah ile halk arasındaki bu bağı Faroqhi (2014: 297) “sosyal sözleşme” olarak nitelendiriyor.

Faroqhi bu tür ayaklanmaların azalışını da yeniçerilerin ortadan kaldırılması ile birlikte alt tabakanın güçsüz kalmış olmasına bağlıyor. Beyhan da ilga sonrasında Sultan Abdülaziz’in ve Sultan Abdülhamit’in hal’ olayında yeniçeri ruhunun yansımaları görüldüğüne vurgu yapıyor. (Beyhan,1999: 270-271)

1826’ya kadar yani Yeniçeri Ocağı kaldırılana kadar Padişah ve bürokrasi arasındaki ortaklık, ilga sonrası dağılmaya başlamıştır. Bu kapsamda ilmiyenin tasfiyesine, kalemiyenin kendisini garantiye almasına, padişahın yalnızlaşmasına giden süreç İmparatorluk dağılana kadar devam etmiştir. II. Mahmud dönemi sonrası kendisini net olarak gösteren bu yapı yer yer kesintilere uğrasa da devam etmiştir.

Bu konuda Mardin’e (2015: 26) göre de özellikle modernist ve reformist girişimlerde söz sahibi kılınan bürokrasi(kalemiye) kendisini garantiye almış ve Abdülmecid ve Abdülaziz ile birlikte payitahtı siyaset sahnesinde seyirci konumunda bırakmıştır.

Yönetimde yani ulema-kalemiye- sultan üçlüsünde yaşanan gerilim ilga sonrası kendisini güçlü hissettirmiştir. Zira bu üçlünün karşısında duran tek cephe olarak ele alabileceğimiz yeniçeri-halk dayanışması ilga sonrası zararsız bir muhalefet konumuna düşürülmüştür. Bunun yarattığı siyasi rahatlık birçok reforma kapı aralamakla birlikte, bu reformların yönetimde hangi güç lehine pratiğe döküleceği konusunu da artık gündemin en kritik meselesi haline getirmiştir.

Burada önemli bir kırılma noktası da vardır. Bürokrasinin ilga sonrası siyasi gücü, padişahın atama ve azline bağlı idi. Yani hukuki açıdan bürokratik kadrolar kurumsal anlamda payitahtın karşısında bir güç yaratamamıştır. Bu gücü sağlayacak olan ekonomik özerklik gibi önemli bir unsur Tanzimat ile sağlanmıştır; müsaderenin kaldırılması. Padişah üst kadrolardaki memurların üzerindeki siyasi yaptırım aracı olan müsadere hakkını kaybedince de bu kadroların elinde hatırı sayılır bir servet birikmiştir. (Mardin, 2015: 139) Açıktır ki bu ekonomik güç aynı zamanda siyasi nüfuzu da beraberinde getirmiştir.

Tüm bu gelişmelerde ulema cephesine bakmak da faydalı olacaktır. Zira ilga sonrasından başlayarak devam eden süreçte en ciddi sıkıntıyı ulema sınıfı yaşamıştır. Bu süreçte en önemli meselelerden biri de devletin bir nevi laikleşme uğraşıdır. Sultan II Mahmud tarafından hızlandırılan laikleşme eğilimi, aslında önemli nedenlere dayanmaktaydı. Asıl amaç, orduyu finanse edecek parayı bulmaktı ve bu amaçla 18. yüzyılda başlayan vakıfları devlet denetimine alma denemeleri artık yoğunlaştırılmıştı. Nitekim 1826’dan sonra vakıflar özel bir nezarete bağlanarak kamulaştırılmıştı.

Bu durum, o güne dek vakıf idaresinden önemli gelirleri olan ulema ve özellikle ileri gelenlerin siyasi nüfuzunun iyice azalmasına sebep olmuştur. Bir yandan medreseler devletin denetimine sokulurken diğer yandan yeni kurulan teknik okulların yararına bu dini okullar ihmal edilmiştir. II. Mahmut birçok alanda yenilikler yaparken, medreselere hiç dokunmamış, kurumu kendi haline bırakmıştır. Askeri ve yeni sivil okullarda çağdaş biçimde eğitim-öğretim verilmeye çalışılırken, diğer tarafta medreselerde geleneksel skolâstik

öğretim metotlarıyla Arapça kitap metinleri üzerinde dini ve şer’i konularda çalışmalar ağır aksak sürdürülmüştür. Özellikle Tanzimat’la birlikte eğitimde görülen bu ikilik gittikçe yaygınlaşarak eğitim ve öğretimin birleştirildiği 1924 yılına kadar sürüp gitmiştir. (Çadırcı, 2013: 99) Faroqhi’ye (2014: 301) göre bu ihmal hadisesi bilinçli bir şekilde yapılmış olup bu nedenle entelektüel iddiası olan ulema da başka eğitim alanları seçmek zorunda kalmıştır ve bugün Türkiye’de dine ilgi duyan entelektüel sayısının az olmasında da II. Mahmud’la ardıllarının aldığı bu kararın epeyce rolü vardır.

Ulema içerisinde yüksek ve düşük rütbelilerin yeniçerilerle ve halkla ilişkisi bağlamında farkları önemli bir noktadır. İmparatorluğun bürokratik kadroları 18. ve 19. yüzyıllar boyunca toplumun geneline kıyasla daha fazla yenilikçi ve reformist bir tavrı benimsemiştir. Üst kadrolardaki ulemanın da aynı şekilde “maslahat her şeye mukaddemdir” (Kara, 2012: 348) anlayışının öncülü olacak şekilde birçok yeniliğe cevaz verdiği malumdur. Ancak toplumsal yönü olan her düzenlemenin tabanı rahatsız etmesi alt ulema kadrolarını kendi lehlerine olacak klasik düzeni savunmaya itmiştir.

Bu aşamada en elverişli bahane de şeriatın elden gittiği ya da kanun-i kadime ihanet edildiğine dair söylemlerdir. Ulemanın en mütevazı kadroları böylece Müslüman ahalinin koruyucusu haline gelmiştir. (Faroqhi, 2013: 90) Mardin (2015: 160) de yüksek ve düşük rütbeli ulema ayrımının bürokratlar içerisinde ehl-i kalemin yükselişine sebep olduğu görüşündedir.

1826’dan sonra ulemanın ıslahata iştirakine ve onları tasdikine (Beyhan,1999: 270) duyulan ihtiyaç ilk zamanlarda propaganda faaliyetleri sonrasında azalmıştır. Dolayısıyla ulemaya siyasi bağımlılık azaldıkça, bu kurumun başta askeri birlikler olmak üzere yeni teşekkül eden müesseselerdeki fonksiyonel nüfuzu da azalmaya yüz tutmuştur. Şüphesiz bu daha önce de ifade edildiği üzere merkezi bir bürokrasi ve seküler bir hukuk ve eğitim sistemine yönelik  atılan adımların etkisiyle hızlanan bir süreçtir. (Kapıcı, 2013: 283)

İlga sonrası toplumsal erklerde yaşanan bu kırılmanın önemli bir ayağı da askerlerin kendisidir. Halkın ilgaya kadar yeniçerileri asker olarak görmesinden ziyade sevse de sevmese de kendilerinden birisi olarak görmesi söz konusuydu. Ancak Asakir-i Mansure-i Muhammediye ile birlikte askerlik kurumu, kendisini daha modern bir şekilde tertip etmişti. Ocağın kaldırılmasını müteakip halk nezdinde askerî anlamda olmasa da güçlü bir devlet imajının doğduğu açıktır.

Halk gerek yeni teşkilatlanmalarla ve yöresel güçlerin tasfiyesiyle olsun gerekse atanan güçlü devlet adamları aracılığıyla olsun ilga sonrası devletin varlığını daha güçlü hissetmiştir. Ancak halkın askeri güce bakışı noktasında aynı şeyleri söylemek zordur. Hatta askerler dahi bu bakımdan merkezi idarenin gücünü hissetmek zorunda kalmıştır. Öyle görünüyor ki İmparatorluğun yöneticilerinin yeni orduyu kurarken umdukları güçlü bir ordu değil muti bir ordu kurmaktı.

Bu konuda Yıldız (2009: 261) da “Sultan-rical- ulema koalisyonunun maksadı, bürokratik ve hiyerarşik bir organizasyon için kendilerine muti bir silahlı kuvvet oluşturmaktı” diyor. Halkın artık yeni kurumsallaşma sürecinde bürokrasi ve askeriye ile kurduğu bağlar da resmi ilişkilere dayalı yürümekteydi. Yani subay altı asker kısmı artık halkın sesi olarak ortaların, çorbacıların, ağaların katılımıyla sesini yükseltemiyordu.

Mektep mezunu paşaların doğuşu ve eratın sindirilmesi ile halkın askeriye ile bağı resmi düzeyde tutulmuştu. Bu durum zamanla halkın ve padişahın yakınlığını ve bürokratik gücün bunların karşısında yer almasını da sağlamıştır. Yani halk artık devleti ikiye ayırmıştı: Bürokrasi ve Padişah. İlganın en önemli sosyal yansıması halkın politik bir ses olarak gücünü yitirmesi olabilir ancak bu sürecin devamı daha önce bahsedildiği gibi halk ile padişahın bürokrasi karşısında yakınlaşmasıdır.

İlga sonrası Ruslarla yaşanan muharebelerde yeni askerin yeterli görülmediğini gösterir bazı sosyal tepkiler de burada aktarılacaktır. Bu doğrultuda ilga ile bir önceki askerî gücün kaldırılması bir bakıma halkta güvensizlik yaratmıştır denilebilir. Mesela hemen 1828’de başlayan Osmanlı-Rus savaşını anlatan Âşık Ali, Kars’ın kaybedilmesine üzülünce padişaha da askere de öfkelenir ve bu duygusunu şöyle dile getirir: (Çoruk, 2007: 87)

“Eski seferciler sefere gitmez.
Nefir-âmm askeri yiğitlik etmez
Azap, çoban tutmayan işi bitmez
Çal kılıç askerin, baz elden gitti”

Çürüksu’ya dek de Moskof savuştu
Uyan Sultanım, ırz elden gitti”

Aynı şekilde o yıllarda Âşık Rûşenî de Balkanlarda yaşananlar için Sultan Mahmud’a seslenir: (Çoruk, 2007: 93)

“Güller soldu, mamureler çöl oldu
Rum’a ateş düştü, hepsi kül oldu
İbrail, Silistre Varna nic’oldu
Sene kırk beş tamam, Hünkârım uyan”

İmparatorluğun doğusundan ve batısından gelen bu tepkiler halk nezdinde askerin yetersiz görüldüğünü ve bundan sorumlu görülen padişaha tepkiler olduğunu gösterir niteliktedir. Bu tarz tepkileri önlemek adına birçok propaganda faaliyeti yapılmıştır. Yeniçeriler aleyhine ve Mansure askeri lehine yapılan birçok propagandanın yanında redif teşkilatı ile de Anadolu’da az da olsa sükûnet sağlanmış, belki de Tanzimat’a doğru halk nezdinde yeni ordu iyi bir konuma getirilmiştir.

Yine de ilk dönemlerde Asakir-i Mansure-i Muhammediye’nin muharebelerde yetersiz kalması kendisi hakkında olumsuz tepkiler doğmasına neden olmuştu. Ancak yeni orduya halkın tepkisi onu reddetme biçiminde değildir. Zira asker yazılma açısından Mansure ordusu gayet matlup bir durumdaydı. Bu açıdan ilga sonrası asker alımı ve nefer azlığına dair ciddi bir sıkıntı çekildiğini söylemek mümkün değildir. Zira çoğu toplumun alt kadrolarından olmak üzere birçok kişi çocuğunu veya kendisini asker yazmaya devam etmiştir.

Nitekim Mardin’in (2015: 148) MacFralane’den aktardığına göre askeri cerrah mektebine kayıkçı, at bakıcısı, pazar hamalı ve benzeri alt tabakadan kişiler çocuklarını gönderirken, orta ve üst sınıftan hiçbir Türk oğlunu bu mektebe göndermiyordu. Yani ahali aslında askerlik müessesesi konusunda bir karşı direniş göstermemiştir. David Urquhart (2014: 119) da halkın asker toplamayı “Müslümanların üzerine yüklenen dini bir görev” olarak görmesinden dolayı hiçbir zaman sıkıntı çıkarmadığından bahsetmektedir.

Taşrada da ilga sonrası yeni orduya asker yazımı için halkın daha ilga sürecinde olumlu baktığını söyleyebiliriz. Mesela Aymtab ahalisi oluşan güven ortamının ardından Asakir-i Mansure ordusu için 600 asker çıkarmak ve bunların günde iki kez eğitim yapılmasını sağlamak üzere Vali Celaleddin Paşa nezdinde taahhütte bulunmuşlardır. (Özcan, 2012: 74) Bunun gibi olumlu örnekler arttırılabilir. Örneğin 4 Ağustos 1826 (29 Zilhicce 1241) tarihli arşiv belgesinde: “yeniçeri eşkıyasının haşak-ı vücudu zeyl-i alemden izale ve efna ve Asakir-i Mansure-i Muhammediye’nin tertibine teşebbüs ve itina buyurulmuş olduğundan Filibe Kazasından genç ve tüvana ve tenperver olmayarak yüz nefer askerin li-eclit-talim der-Âliyye’ye sevk ve irsali” için emir geldiği söyleniyor.

Buna göre hemen yapılan hazırlıklar ile de halktan kendi rızasıyla gelip yazılan birçok kişi olduğuna değinilmiştir. Nitekim “kendi hüsn-i rızasıyla yazılmaklığa talib ve rağibi hayli zuhur etmiş ise de emr-ü irade-i aliye mutabık olanları yazılıp gayr-i mutabık olanları iade” olunduğu belirtilmiştir. (Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA.) Cevdet-İ Askeriye (C.AS.), 914: 39477)

Buraya kadar görüldüğü gibi yeniçeriler ve yeni ordu hakkında halk nezdinde oluşan net bir görüş yoktu. Halk yeniçerilerin bozgunculuğundan yılmış ise de onları gözden çıkarılacak bir şer yuvası olarak görmüyordu. Zira yeniçerilerin esnafla ilişkilerinden mütevellit devletin halkı zor duruma sokacak ve ekonomik olarak bunaltacak bir politikaya ciddi bir muhalefet yine yeniçeriler aracılığıyla mümkün oluyordu.

Onların devreye girmesiyle herhangi bir ayaklanış yönetici kesimi tedirgin edici bir hüviyet almış oluyordu. Yani yeniçeriler toplumsal açıdan bozgunculuk yaratan faaliyetlerin içine girdiği gibi yine toplumun belli başlı politik tavrının da koruyucusu idi. Bu sebeple Yeniçeri Ocağının kaldırılmasına ve yeni orduya toplumsal açıdan verilen tepkileri de tek bir cephede toplamak mümkün olmayacaktır.

Tüm bunlar göz önüne alındığında ilga öncesi ve sonrası değişimi belli noktalarda vurgulayabiliriz. İlga öncesine dair yeniçeri zümresinin iki özelliğini saymamız gerekirse bunlardan birincisi reayanın politik anlamda belki meşruti anlamda sesi olması, ikincisi ise toplumun orta ve alt sınıfları ile münasebetlerinin üst sınıflarla münasebetlere nazaran daha kuvvetli olmasıdır. Bu kapsamda ilga sonrası yaşanan değişimlerin bu ikisinden hangisini daha ciddi etkilediği önemlidir. Yeniçeri sonrası kurulan yeni ordu düzeninin modern bir disipline ve organizasyona sahip olması, Mansure askerinin halk içinde aktif rol oynamasının zorlaşması manasına geliyordu.

Zira artık hiçbir asker zanaatla, ticaretle, esnaflıkla uğraşamayacak, loncalarla münasebet kuramayacaktı. Sadece askerlik görevini ifa edecekti. Ancak ikinci özelliği bakımından halkla ordu arasında çok fazla değişikliğin olduğunu söylemek zordur. Yani ilga sonrası askere yazılmaya gelen veya gönderilen gençler yine çoğunlukla alt sınıflara mensup idiler. Hatta Yıldız bu hususta, yeni ordunun içinde saray ve Bâb-ı Âli kariyerlerinde yükselmek için hevesli olan ‘Müslüman devşirmeler’ ve taşra kökenli fakir aile çocukları olması sebebiyle yoğun güç ve kariyer mücadelesi yaşandığını söylüyor. (Yıldız, 2009: 278) Ancak bunların, dediğimiz gibi, toplumsal bir rol oynaması veya Namık Kemal’in tabiriyle meşruti bir rol üstlenmesi artık zorlaşmış oluyordu.

Yorum yapın