Politik Serbestiyet Bağlamında Ekonomik Yansımalar

Yeniçeriler pazarda üretici olarak, toplumsal anlamda bir güç olarak ve nüfusları itibariyle de tüketici (talep eden) olarak ele alınırsa, onların yok edilmeleri arz-talep bağlamında, ekonomiye dair politikaların değişimi bağlamında bir farklılık yaratmış mıdır sualini ihdas edebilir. Bu bölüm esas itibariyle bu sualin cevabının bulunmaya çalışıldığı bölümdür.

Osmanlı İmparatorluğunda yeniçerilerin toplumsal anlamda nüfuz ettikleri yelpazenin genişliği, herhangi bir politik hamlede bunların da göz önüne alınmasını icbar ediyordu. Hiç şüphesiz yeniçerilerin iktisadi hayattaki etkinliği merkezi otoritenin piyasaya müdahalesini zorlaştıran bir faktördü. (Sunar, 2010: 75) Önceki bölümde aktarıldığı gibi yeniçerilerin ortadan kaldırılması sadaret için bir otorite rahatlığı sağlamıştı.

Politik Serbestiyet Bağlamında Ekonomik Yansımalar osmanlı devleti

Bu bağlamda ilga ile birlikte oluşan boşluk fırsat bilinerek merkezi gücü artırmak için ekonomik hamlelere de girişildi. Mesela ayanların gücünü azaltmak için ellerinde bulunan vergi toplama imtiyazları artık başka kişilere verilmekteydi.

Yine Rumeli ve Anadolu’da ayanların denetiminde olan geniş toprak arazilerine el konuldu ve bunlar köylüye dağıtıldı. Ayrıca 2.500 kadar tımar sipahilerden alınıp iltizama bırakıldı. Şimdiye kadar vakıfların eline geçmiş olan toprak ve benzeri ekonomik kaynak olan birimlerin denetimini sağlayıp gelirlerini merkezi hazineye aktarmak amacıyla Evkaf İdaresi kuruldu. Nihayetinde bu gibi girişimler taşradaki ayan ve ulemanın güçlerini azaltmıştır. (Pamuk, 2009: 200)

Merkezileşmenin amacı doğrudan doğruya ülkede politik anlamda ve modernleşme bağlamında reformları kolayca uygulamaya sokmak değildi. Ancak şüphesiz ki merkezileşme ve dahî ilga, merkezi otoriteyi ekonomik anlamda rahatlatacak bir hamleydi. Örnek vermek gerekirse devletin vergi toplama süreci sonunda eline geçen vergi gelirlerinin düşüklüğünden bahsedilebilinir.

Devletin vergi gelirinin brüt miktarından dörtte biri, net miktarından ise ancak üçte biri merkezi devletin hazinesine girmekteydi. (Pamuk, 2012: 218) Kalan kısmı mesela malikâneciler, malikânecilerin destekçisi sarraflar, vergiyi toplayan yerel güçler gibi vergi sürecine dâhil olan kesimler paylaşıyordu. Dolayısıyla merkezi otorite yerini sağlamlaştırdıkça bu aracıları ve paydaşları devreden çıkarıyor veya paylarını azaltıyordu.

Yeniçerilerin pazardaki etkinliklerinin önemli bir ayağı da loncalardaki varlıklarıdır. Bazı loncaların bölgelerinde politik güç olarak kendini hissettirmesi de yine yeniçeriler aracılığıyla oluyordu. Nitekim Şam, Kahire ve İstanbul gibi şehirlerin loncaları bu yolla bir “politik baskı” (Faroqhi, 2014: 66) oluşturarak seferleri bile önleyici bir direniş gösterebiliyorlardı.

Bu bağlamda yeniçeriliğin ilgası ile birlikte ocaklı ile bağlantıları kuvvetli olan loncaların da güç kaybetmiş olduğunu söyleyebiliriz. Bu açıdan bakıldığında yeniçeriliğin kaldırılışının Osmanlının ekonomik ve mali politikalarının yanında siyasi otorite üzerindeki baskının da kaldırılışını beraberinde getirdiğini tekrardan görebilmekteyiz.

Quataert (2013) Osmanlı’da lonca sisteminin büyük şehirlerin yanı sıra Merzifon gibi kasabalara kadar gittiğini ifade etmiş ve bu derin/yoğun klasik düzen iktisat anlayışının 19. yüzyıl devlet adamlarınca serbest piyasa lehine değiştiğini ifade etmiştir. Burada konumuz açısından önemli olan bir nokta vardır. Osmanlı imalat sektörü üzerine yazdığı eserinde Quataert, (2013) 19. yüzyıla dair değişime bir tarih verirken ne Tanzimat’ı ne de Balta Limanı Antlaşması’nı dikkate alır.

Bu ikisini klasik ‘iaşeci’(provizyonist) politikaya çakılmış iki yeni çivi olarak yorumlayan Quataert, Osmanlı’nın iktisat politikasında asıl dönüm noktasını ise yeniçeriliğin kaldırılışı olarak görüyor. Yani ilga hadisesini modernleşme karşıtı gerici bir askeri zümrenin yok edilmesi olarak ele alınmasının ötesinde bir şey olduğunu söylüyor. Ona göre bu hadise ile loncalar koruyucularını kaybetmişti.

Çünkü devletin ve elit sınıfın müdahalelerine karşı kent loncalarını koruyan bir tarafı vardı yeniçerilerin. (Quataert, 2013: 22) Pazardaki sistemin yüzyıllar boyu kendi akışında devam etmesi ve yeniçerilerin bu sistemde doğal bir unsur gibi yer edinmeleri ile artık loncalarda yeniçeri gücü önemli bir unsur haline gelmişti. 1826 yılında Yeniçeri Ocağının ortadan kaldırılması, lonca teşkilatı üyelerinin merkezi bir karara direniş gücünü büyük oranda kırmış olup iyi organize olan kuvvetli himaye taraftarları saf dışı bırakılmıştır. Quataert’e (2013) göre de bu durum Osmanlı iktisat politikası için himayecilikten liberalizme geçişte kapıların aralanmasını sağlamıştır.

Yeniçerilerin piyasaya dönük politikalarda genelde sahnede rol aldığını ve tepki verdiğini biliyoruz. Ancak merkezi otoriteye karşı direnişlerinin her zaman anlamsız bir isyan ile ve terörize bir tavırla anlatılması da uygun değildir. Zira devletin kendi lehine yaptığı tağşiş gibi bazı politikalar, esnafı hele hele yeniçeri esnafını çok kötü etkileyen sonuçlar doğuruyordu. Tağşişler yani Osmanlı para biriminin değerli maden içeriğinin düşürülmesi fiyat artışlarının en önemli nedeni idi. (Pamuk, 2012: 261) Tağşiş sonucu oluşan devalüasyon ile hem aldıkları mevacipin değeri düşüyordu hem de yükselen piyasa fiyatları ile değeri düşen paraya bir darbe daha vurulmuş oluyordu.

Osmanlı’da devletin “esnaflık ve ticaret için meşru kabul ettiği kâr oranları 16. yüzyıldan 19. yüzyılın ortalarına kadar genellikle %5-15 sınırları içinde” (Genç, 2014: 10) kaldığından tağşiş politikası ile pazarda bir yeniçeri esnafının hayatta kalması çok daha zorlaşmış oluyordu. Bu vesileyle, yani yeniçerilerin tağşiş politikasına muhalif tavrı dolayısıyla Osmanlı’da paranın istikrarlı bir seyir izlemesine katkıları olduğu düşünülebilir. (Pamuk, 2012: 63) Bu anlamda yeniçerilerin haklarını araması ve bilinç sahibi bir toplumsal tepkiyi simgelemeleri önemlidir.

Eskiden yeniçerilerin olumsuz yaklaşımları dolayısıyla çok rahat tağşişe gidemeyen devlet yöneticileri ilga sonrası daha rahat imkânlar bulmuşlardı. Belki de bu yüzden olsa gerek II. Mahmud dönemi İmparatorluk tarihinin en hızlı tağşişlerinin görüldüğü dönemdir. Nitekim 1808- 1844 arasında kuruşun gümüş içeriği yüzde 83 düşürülmüş ve 1808-1839 döneminde 47 çeşit gümüş sikke piyasaya sürülmüştür. (Kopar ve Yolun, 2012: 337) Pamuk, (2012:

211) II. Mahmud dönemi tağşişlerini ikiye ayırıyor: 1808- 1822 dönemi ve 1828-29 dönemi. Bu bağlamda Pamuk, birinci dönemde tağşişlerin esas tetikleyicisi olarak Rusya, İran ve Yunanistan savaşlarını sayabiliriz derken ikinci ve daha hızlı tağşiş dönemi olan 1828-29 döneminde ise Rusya ile girişilen savaşı ve onun getirdiği 400 milyonluk tazminat yükünü etken olarak sayıyor. Yani arada Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılışını özellikle vurgulamıyor. Ancak söz konusu dönem ayrımı tarihsel olarak ilgaya denk gelmekte olup Pamuk (2012) devam eden sayfalarda tağşiş ve yeniçeriler ilişkisine önemli bir vurgu yapıyor.

Buna göre kuruşta 1822’de 2,32 olan saf gümüş içeriği 1828’de 1,47’ye kadar düşüyor. Yani yaklaşık %36’lık bir düşüş söz konusudur. Ayrıca kur değerinde de aynı tarihlerde 37’den 59’a bir yükseliş görüyoruz ki buradan hesapla değer kaybı yaklaşık %37 kadar oluyor diyebiliriz. Ancak 1826 sonrası serbestliğin olduğu ortamda yani yeniçerilerin olmadığı ve 1828 tağşişine doğal olarak sert bir direnişin olmadığı görüldüğünde tağşişler hızlandı. Böylece 1822’ye nazaran sonraki dönemde düşüşler daha yüksek oranda gerçekleşti.

Nitekim yapılan tağşişler ile ilgadan yaklaşık 5 yıl kadar sonra kuruşun gümüş içeriği %79 kadar düşürülmüş olacaktı. Hatta ilgadan beş yıl sonraya kadar tağşişler nedeniyle paraya olan güven o kadar sarsılmış idi ki en sonunda II. Mahmud döneminin onuncu sikke dizisi olan 1832 sonrası çıkan sikkelerde gümüş içeriği yükseltilmişti. (Pamuk, 2012: 215) Aynı şekilde II. Mahmud tahta çıktığında 19 kuruş civarında olan sterlin Sultan’ın ölümüne kadar 105 kuruşa yükselmiştir.

Bu aralıkta da 1810-20 döneminde 20 kuruştan 32 kuruşa çıkan sterlin, 1826’da 58 kuruşa 1830’da da 77,5’e çıkıyor. (Çakır, 2012: 85) Yine Pamuk’un (2012) İstanbul’daki çeşitli vakıf hesap defterleri ile saray mutfağından elde ettiği verilere göre aynı dönem için enflasyon 1820’de %30 civarında iken 1830’a gelindiğinde %70’i geçmişti. Yani yaklaşık %130’luk bir artış söz konusudur. Buradan hareketle enflasyon üzerinde para politikası dışında başka etkenlerin varlığı da tartışmaya açılabilir.

Yeniçeriliğin ilgası ile oluşan politik rahatlamanın farklı bir örneğine Kopar ve Yolun’un (2012: 339) çalışmasında değinilmiştir. Zira buna göre yeniçerilerin sosyoekonomik rolü bazen o dereceye varıyordu ki İmparatorluk yabancı bir devletten borç almaya bile cesaret edemiyordu. Nitekim ‘küffara el açma’ olarak görülebilecek dış borç hususu yeniçeri ve ulema arasında yaratabileceği tehlikeli yankılar dolayısıyla ertelenmek durumunda kalıyordu. Çalışmaya göre Yeniçeri Ocağının ortadan kaldırılmasından sonra dış borç hususu gündemde rahatça konuşulabilmiş ve hatta 1830’larda bir takım İngiliz banker ve diplomatlar Osmanlı hükümetini borçlanmaya teşvik etmeye başlamıştır.

İlga sonrası siyasi otoritenin yanında askeri anlamda da yeni ordu sisteminde bir merkezileşme söz konusu olmuştur. Mansure ordusu eski ordunun bölünmüşlüğüne karşın sadece tek bir ordu olarak görünmekteydi. Bu ordu sadece Redif ismiyle taşra örgütlenmesi olarak ayrılmakta ise de bu birlikler Mansure ordusundan sayılmaktaydı. Bu durum eskiden eyalet ordusu için ayrılan mali kaynakların bundan böyle yeni ordunun finansmanına ayrılmasını gerektiriyordu. Bir başka ifade ile askeri yapı ve sistemdeki merkezileşme, mali kaynakların da merkezileşmesini zorunlu kılıyordu. (Cezar, 1986: 247)

Devletin 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı yani merkezî orduyu ilga etmesiyle birlikte bir otorite boşluğu ve başıbozukluk olması beklenebilir. Hâlbuki İmparatorlukta siyasi olarak merkezi gücü sağlamlaştırmaya dönük olarak yapılan girişimlerin kilidini açan olay Yeniçeri  Ocağı’nın kaldırılması olmuştur. Buna ilaveten devletin mali açıdan da gücünü ve kontrolünü kaybetmediğini ve hatta merkezi anlamda güçlendiğini dahi söyleyebiliriz.

Yani Devlet maliye, bürokrasi, eğitim, hukuk ve yargı alanlarında da reformlarını merkezileşme yolunda gerçekleştirmeye devam etmiştir. Hatta Cezar, (1986: 235) 19. yüzyılın ilk yarısında Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasını bir dönüm noktası olarak ele alır ve mali, idari, mülki yapıyı yeniden biçimlendiren bir merkezileşmeye dikkat çeker. Nitekim ilga sonrası mali açıdan merkezileşme sürecini de “yeni kurumlaşmalar süreci” diye adlandırır.

Görüldüğü gibi askeri, mali ve politik merkezileşme II. Mahmud döneminin en göze çarpan özelliğidir. Bu noktada padişah otoritesi lehine, klasik Osmanlı politikalarından bazılarının da sürdürüldüğüne şahit olabiliyoruz. II. Mahmud ilga sürecinde bürokrasiyi yanına çekmek için yüzyıllardır kul taifesine uygulanan müsadere aleyhine bir tutum sergilese de ilga sonrası bu tavrını değiştirmiştir. Bu süreçte hem ilga edilen Yeniçeri Ocağı ve Bektaşi Tekkelerinin emvali müsadere edilirken hem de bürokrasiye yönelik bazı müsaderelere şahit olabiliyoruz.

Aslında müsaderenin kaldırılması ilk etapta uygulamada kendisini gösterememiş olsa da ilgayı müteakip, o zorlu zamanlarda Sultan’ın bürokratik kadroları tavlama niyetiyle sarf edilmiş bir vaattir. Lafta kalmış olduğu örneklerden de görülebilmekte. Zira 1837 tarihinde bile Padişahın müsadereye gittiğine örnekler bulunmaktadır. (Varan, 2013: 19) Bu konunun İmparatorluğun üst kadroları için ehemmiyeti yüzyıllardan beri gelen bir birikimi ifade eder.

Başından itibaren müsaderenin değişmeyen tek amacı merkezi otoriteyi güçlü kılmaktır. II. Mahmud da nihayet merkezi otoriteyi güçlendirmek için müsadere sistemini kullanmıştır. Nitekim ayanların nüfuzunu kırmak için ayanları idam ettirip mallarını müsadere ettirmiştir. Eceliyle ölen ayanların ise varisleri olup olmadığına bakılmaksızın terekeleri zapt edilmiştir. (Varan, 2013: 16) İlga sonrasında devletin bazı Bektaşi tekke ve zaviyeleri üzerinden gelir sağladığını da biliyoruz.

Yani sadece ölen birisinin terekesinin temliki yoluyla değil bir vakfın menkul ve gayrimenkulünün de üzerinden gelir sağlanabilmekteydi. 1826 sonrasından örnek vermek gerekirse bazı tekkelerin kiraya verilmesinden, yıktırılanların moloz ve  kurşunlarından, hatta çiftliklerinden elde edilen kârlar hazineye aktarılmaktaydı.

Mesela Dimetoka’daki Kızıldeli tekkesi eşya, emlak ve hayvanlarından 1827-1851 yılları arasında toplam 200 bin kuruştan fazla gelir elde edilip hazineye aktarılmıştır. (Varan, 2013: 38) Bu rakam bize ilga sonrası bütün Anadolu ve Rumeli’yi hesaba kattığımızda ortaya çıkacak muazzam rakam hususunda da bir ipucu verebilir.

Yeniçeri Ocağı kaldırıldıktan sonra kalan eşyalarının kayda alındığını da biliyoruz. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılışı ile Darbhane’ye gönderilen ocağa ait gümüş kapların, bakır  ve sair eşyaların Bab-ı Defteri Başmuhasebe Darphane-i Amire Kalemi defterinde “tesellüm olunan Yeniçeri Ağalarının miyane-i menhuselerine mahsus” miktarları belirtilmiştir. ( BOA. Bab-ı Defteri Başmuhasebe Darphane Defterleri (D.BŞM.DRB.d), 16706: 2) Bunların genel sınıflaması sim(gümüş)-nühas(bakır)-sair eşya olarak yapılmış olup her eşya türü ayrı bir sayıma tabi tutulmuştur.

Yine muhterik denilen yanmış eşyalarda ayrıca belirtilmiştir. Buna göre usta kisveti, saka kisveti, sünbül, yaba, başlık, gökçek, şamdan, üsküf vb. gümüş içerikli eşyalardan toplamda 481’i ve ilaveten de bakır olan toplamda 97 eşya 3 Temmuz 1826’da (27 Zilkade 1241) Perşembe günün kayda alınmıştır. (BOA. D.BŞM.DRB.d, 16706: 2-7) Bunlardan 258 tanesi de kayıtlarda muhterik(yanmış) olarak geçmektedir. Yine 14 adet emvalin de önceden at meydanında “itlaf olunan ustaların üzerlerinde” olduğu belirtilmiştir. Aynı şekilde Zilkade defterinde ilga sonrası gün gün gelen emvalin kaydı tutulmuştur.* Nitekim 23 Haziran 1826’da (17 Zilkade 1241) Cuma günü 45 adet emval (bıçak, çelenk, gümüş kalafat vb.) teslim alınmış ve bunun yanı sıra 6 adet muhterik(yanmış) gümüş de 37,5 kıymet olarak not edilmiştir.

Yine 23 Haziran (18 Zilkade) Cumartesi günü 103 adet emval (gümüş olarak dökme, avani, zarf ve bıçak, avize, etek vb.) teslim alınmış ve bunun yanı sıra 200 adet muhterik(yanmış) gümüş de 30,5 kıymet olarak not edilmiştir. Pazar günü de 112 adet emval (demir kapı kilidi, gümüş yaba ve üsküf, bıçak, avize, usta- saka kisveti vb.) teslim alınmış olup muhterik(yanmış) altın, gümüş ve paralarda kaydedilmiştir. Ayrıca yanmış demir sandık içinde birçok gümüş kaydı vardır. Yine Pazartesi 1177, Salı 127, Çarşamba 5, Perşembe 13, Cuma 5, Cumartesi 3(üsküf) adet kadar emval de kaydedilenler arasındadır.

Yorum yapın