Osmanlı’da Nikah

Osmanlı’da hareme ilişkin söylenecek sözlerden biriside “nikah”dır. Osmanlıda ailenin temelini nikâh akti oluşturmaktadır. Çünkü erkek ve kadının ailede üslenmesi gereken karılık-kocalık, annelik-babalık gibi rollerinin toplum tarafından kabulü nikâh aktine bağlıdır. Bu sebeple; nikâh sadece dini değil, sosyal bir olgu olarak da önemlidir. İslam hukukunda evlenme akdi dini bir akid değildir.

Aksine iki şahit huzurunda tarafların irade beyanları ile diğer şartlar gerçekleşince vücut bulan medeni bir akid olduğu söylenebilir. Nikah akdinde din adamlarının bulunuşu ve dua okuması dini bir akid vasıf kazandırmak.

Osmanlı’da Nikah

Bu dönemde nişan bozan çok sayıda Anadolulu üzerinde yapılan bir incelemede, nişanlısından ayrılan kızların mahkemede özellikle “nikâhlı olmadıklarının” kayda geçirmelerini istemelerinin temel sebebi, Anadolu halkının nikâha yükledikleri sosyal ve kültürel önem olarak açıklanması oldukça yerinde bir tespittir. Osmanlı toplumunda evlilik akitleri XVI. Yüzyıla kadar iki şahit önünde yapılmış, ancak Şeyhülislam Ebu’s-suud Efendi’nin fetvası ile devlet bu işe müdahale etmiş, “izinname” usulü getirilerek nikah resmi kayda da bağlanmıştır. Osmanlıda nikâhı kadılar, vekilleri (naibler) ya da mahalle imamları tarafından kıyılmaktadır. Asıl nikâh kıyımında “kadı” sorumludur. Kadı dışında nikâh kıyan kimseler, kadıdan bu iş için “izinname” getirmek zorundadırlar.

Devletin aynı zamanda mahalledeki resmi temsilcisi olan mahalle imamları; bu iş için tuttukları defterlere nikâhı kıyılanların ve şahitlerin ismi ile Mehir miktarını yazmak zorunda idi. Nikâh akdi sebebiyle erkek tarafından bizzat kadına verilen ve kadın için “ekonomik güvence” özelliği taşıyan para ve mal’a İslam toplumunda “mehir” adı verilir. Mehir, Osmanlı ailesinde kadının statüsüne ekonomik bakımdan güç katma, boşanmasını önleme veya kadınlar için bir çeşit sigorta fonksiyonunun üstlenmektedir. Mehirin nikâh

akti sırasında peşinen ödenen kısmına “Mehr-i mu’accel”, ileride ödenmesi için söz verilen kısmına ise “Mehr-i müeccel” denir. Mehir nakit para olarak verildiği gibi, belli bir eşya, köle ya da cariye olarak da ödenmektedir.

Osmanlı Devleti’nde. Padişahın cariyelerinden biri çocuk doğurduğu zaman statüsü değişir, padişah kadınları arasında derecesi yükselirdi. Doğan çocuk erkekse “şehzade annesi” olarak yeni bir kimlik kazanırdı. Çocuk doğar doğmaz ona dışarıdan, iyi bir aileden, genç ve bebekli bir kadın sütnine ( daye, taya ) olarak atanır ve anneye destek olarak çocuğu emzirirdi. Böylece sütnine, annelik hakkı olan hakkı-ı rıdaiye, yani süt hakkına sahip olurdu. Doğan çocuk erkekse, bir yaşına geldiğinde ona bir lala tayin edilirdi. Çocuğun okula başladığı beş-altı yaşlarında, bu kadroya bir de hocası eklenirdi. Şehzade annesinin esas görevi, 13–14 yaşına gelen oğlunun gönderildiği sancakta ona eşitlik etmekle başlardı. Başlangıçta annenin çocuğa kendi verdiği terbiye ve sorumluluk üstlenmesine nezaret, sancakta lalasının da katkısıyla resmileşirdi.

Padişaha hanımlık yapacak ve çocuk doğuran cariyeler “İkbal” veya “Kadınefendi” olarak isimlendirilir ve kendilerine ayrılan özel bir oda da yaşamlarını sürdürürlerdi. Veliaht annesi ise “Haseki” ismini alarak, “sultanın ilk kadını” sıfatıyla Valide Sultan’dan sonra en güçlü otoriteye sahip kişi olurdu. Aslında haremdeki günlük yaşantı ailenin konumuna göre farklılık gösteriyordu.

Orta sınıf bir ailenin haremindeki kadınlar, temizlik ve yemek gibi rutin ev işlerinden sorumlu tutulurken, konak haremlerinde kadınların günleri dedikodu yaparak, birbirlerine hikâyeler anlatarak, kadınlar arasında düzenlenen eğlencelerle geçerdi. İlerleyen dönemdeki yalı haremleri kadınlar için daha özgür bir yaşam sunuyordu. Bu dönemdeki kadınlar, kendi aralarında piknikler düzenliyor ve Odalarına oldukça özen gösteren, yaşadıkları yerleri özel kılmaya itina gösteren harem kadınları, çamaşırlarını sakladıkları sandık odasına dahi, özel lavanta çiçeği torbaları hazırlar, odanın kendilerine özgü kokmasını sağlarlardı.

Haremlerdeki kadınların, konumlarına göre görevleri oluyordu. Örneğin, konak sahiplerinin eşleri olan hanımefendilerin görevleri, eşlerini giydirmek ve sohbet etmekti. Haremde eş ve odalık konumundaki kadınların ortak görevleri, harem dairesine geçerek geceyi dilediğinin odasında geçiren evin erkeğini hoş tutmaktı.

Haremde padişahın kadınlarından doğacak çocuklar için yapılacak hazırlıklarla valide sultan ilgilenirdi. Padişah çocuklarının doğumuna denirdi. Bebek ve anne için gerekli olan tüm takımlar, giysiler ve mücevherler tespit edilir, bu işle hazine kethüdası görevlendirilirdi. Hizmetleri gören kethüda yaptığı masrafları “masraf defterleriyle” birlikte hareme teslim ederdi. Haremdeki büyük odalardan biri doğum için hazırlanır, doğum yaptıracak ebeyle ona destek olacak cariyeler önceden belirlenirdi.

Doğum sahneleri minyatürlere dahi konu olmuştur. Kadınların doğum yaptığı öreke isimli doğum sandalyesi ceviz ağacından yapılırdı ve sedef kakmalıydı. Oturulan yerin ön kısmı içeriye doğru yarım daire şeklinde oyuktur. Altına leğen konularak kullanılan sandalyenin, Anadolu’nun eski uygarlıklarına kadar giden bir formu olduğu ileri sürülmektedir. Doğum yapan anneye padişah tarafından yeni kıyafetler ve mücevherler ihsan edilir, ayrıca rütbesi yükseltilirdi. Doğumu takip eden günlerde, devlet ricalinin eşleri bir baltacı aracılığıyla saraya davet edilirdi. Doğum ülkenin her tarafında fermanlar gönderilerek mahkeme sicillerine kaydolurdu. Toplar atılır, şenlikler düzenlenir, doğum tüm yurtta kutlanırdı. Şenlikler, atılan topların sayısı, doğan çocuğun cinsiyetine göre veya kaçıncı çocuk olduğuna uygun olarak değişirdi.

Doğumdan sonrası da bir dizi saltanat ritüelleri yerine getirilirdi. Örneğin, doğumun üçüncü günü valide Sultan, altıncı günü sadrazam saraya beşik gönderirlerdi. Beşik Alayı denilen bu uygulama Osmanlı’da en fazla rağbet gören devlet ricalinin tamamının katılmayla yükümlü olduğu bir faaliyetti19. Ayrıca sarayda yapılan doğumları belgelemek maksadıyla doğum listelerinin III. Mustafa ile başlamış olması, yaklaşık 30 yıl hiç çocuk doğmamış Osmanlı hanedanında, uzun bir bekleyişin sonunda duyulan bir sevincin yansıması ve bunu belgeleme arzusu olmalıdır.

Bunun yanı sıra bir de “Daye” (taye, taya) ya da dadı tabir edilen Osmanlı yaşamında, saraylarda ve zengin konaklarında bir bebek doğduğunda, anneye destek olacak bir sütnine (daye, taye, taya) bulmak eski gelenekti. Özellikle saray çocuklarını emzirecek kadınların iyi bir aileye mensup olması istenirdi. Daha sonra sütnineye çocuğun bakımında yardımcı olacak bir dadı alınırdı. Ancak Osmanlıların sütnine-daye deyişiyle dadı karıştırılmıştır. Çünkü sütnine, çocuğu emzirme süresi olan iki-iki buçuk yıl kadar sarayda bulunur, çocuk sütten kesilince ayrılırdı.

Osmanlı sarayında hanedan çocuklarınızda, her çocuk gibi oyun arkadaşlarına ve oyuncaklara ihtiyacı vardı. Arkadaşlarla birlikte kurulan oyunlar onları geleceğe hazırlar, oyun kurallarına uymak belli bir disiplin kazandırırdı. 1813 yılında doğan şehzade Abdülhamid dört yaşına geldiğinde hizmetli kadrosu kurulurken, Seferli Odası’nda Salim ve Selim ismindeki iki çocuğun da alındığını söyler. Şadiye Osmanoğlu ise şehzadelerin yürüme başladıktan sonra dadılarının nezaretinde bahçeye çıktığını, kendi yaşındaki çocuklarla oynadığını, onlara zaman zaman ilerde harem ağaları olacak siyah çocukların katıldığını da belirtir.

Sarayda bu yaşananlara bakılacak olursa şehzadelerle arkadaşlık, sıklıkla fedakârlığı beraberinde getirmektedir. II. Selim’in şehzadeliği döneminde yanında olan Macar asıllı Gazanfer Ağa ve kardeşi Cafer Ağa bu sıkıntıyı yaşayanlara sadece birer örnektir. II. Selim hükümdar olması ile birlikte güvenebileceği insanlar olarak Gazanfer ve Cafer Ağaları gördüğü için onların haremde görevlendirilmesini ister, bu onların hadım olmalarını zorunlu kılan bir gelişmedir. Olmaz ise padişahı reddetmeleri gerekir ki bunu göze almak dahi söz konusu olmaz. İşte bu tercihi yapan iki kardeşten Cafer Ağa ameliyat masasından kalkamamıştır.

Gazanfer Ağa ise padişahın şehzadeleri ve torunlarına 36 yıl daha hizmet etmiştir. Osmanlı’da sadece erkek çocuklar için değil, kız çocukları içinde eğlence ve oyun arkadaşı olmak fedakârlığı gerektiriyordu. Kız çocukları için eğlencelerden biri canlı kız çocuklarıydı. Bu kız çocukları Kafkaslardan getirilen Çerkez kızlarıydı. Küçük hanımlar onların saçlarını tarar, kendi elleriyle biçip, diktikleri entarileri giydirirlerdi. Onları temizliğe ve terbiyeye alıştırır, kendileri çocuk yaşta oldukları halde, o minik kızlara annelik eder, ilk derslerini vererek büyütürlerdi.

Küçük hanımlar büyüyüp kendi saraylarına gidince de onlara bu kızlar nedimelik yaparlardı. Oyun yukarıda da ifade edildiği gibi Osmanlı sarayında oldukça mühimdi. Özellikle strateji ve savaş oyunları en çok tercih edilenleriydi. Bir yabancı gözlemci Osmanlı sarayında bir akıl oyunu olan satrancın padişahlar tarafından sık sık oynandığını anılarında belirtmişti.

Sarayda toplu oynanan oyunların dışında toplu eğlenceler de düzenlenirdi. Bu eğlencelerin en etkili olanları elbette müzikli olanlardı. Hanendeler ve sazendeler müzik yaparlarken ortalarında rakkaseler ve köçekçeler oynar, yetişkin erkekler ve çocuklar da onlara katılırlardı. Saz takımları saray da çok yaygındı. Saray yaşantısının son devrelerinde hanım sultanların 50–60 kişiden kurulu sazende ve hanende takımları bulunurdu ve sarayda topluca eğlenilirdi.

Yorum yapın