Osmanlı’da Aile Yapısı ve Boşanma

İslam dini Türk aile yapısının şekillenmesinde önemli bir yere sahiptir. İslamiyet, Türklerin geçmişten getirdiği değer ve alışkanlıklarını büyük ölçüde korumuş ve bunlarla uyumlu bir nitelik sergilemiştir.

İslamiyet’in öngördüğü aile yapısında aile reisi, tıpkı Türk toplumunda olduğu gibi erkektir ve aileyi oluşturan bireylerin birbirlerine karşı hak ve yükümlülükleri açıkça belirtilmiştir. Ancak belirtilmesi gerekir ki aile yapısının şekillenmesini açıklamada din faktörü tek başına yeterli değildir.

Osmanlı’da Aile Yapısı ve Boşanma

Türk aile yapısının oluşumunda; töre-gelenekler, coğrafi şartlar, yerleşim yeri, toprak sistemi, yönetim biçimi faktörleri de önemli bir etkiye sahiptir (Doğan, 2009: 33).

Türklerin göçebe step yaşantısından imparatorluğa kadar uzanan tarihinde, İslamiyet’le tanışmalarının ardından Türk- İslam yapısının yerleşik hale geldiği ilk Türk devleti Selçuklu Devleti olmuştur. Selçuklu Devletinin bu niteliğine rağmen, İslamiyet’in etkisinin en hissedildiği dönem Osmanlı Devleti dönemidir. Bu özelliğinden dolayı, Selçuklu mirasını da devralan Osmanlı Devleti olmuştur(Canatan, 2011: 104).

Osmanlı aile yapısı üzerine yapılan çalışmaların sistematiği, Osmanlı Dönemi’nin Klasik Dönem ve Tanzimat Sonrası Dönem olarak ayrılması üzerine kurulmuştur. Yapılan çalışmalarda dikkat edilen bir diğer noktada; aile yapılarının toplumsal sınıflara göre incelenmesidir. Bu bakımdan hanedan ailesi ile tebaadaki aile yapısı arasında bir farklılık olacağı açıktır.

Osmanlı aile yapısı incelemesinde toplumsal sınıflandırmaya geçmeden önce, literatür de Osmanlı aile biçimi üzerine yapılan tartışmalardan bahsetmek yararlı olacaktır. Osmanlı dönemi aile yapısının geniş aile mi yoksa çekirdek aile mi olduğu noktasında farklı sonuçlara ulaşılmıştır. Tabakoğlu’na göre, Osmanlı aile biçiminin çok çocuklu olması bir istisnai durumdur ve en yaygın olanı bir, iki üç çocuklu aile şeklidir. Bu nedenle Osmanlı klasik dönem aile nüfusu beş kişiye dahi ulaşamamaktadır (1992: 82). Birden fazla eşle evliliğin olmaması da bu çerçevede değerlendirilebilir (Ortaylı, 2006: 58). Yukarıdaki sonucu destekleyen ve tereke defterlerine dayandırılan bir başka çalışmaya göre de Osmanlı ailesi; anne, baba ve çocuklardan meydana gelen çekirdek aile görünümündedir. Anne- baba, kardeşler ve diğer akrabaların farklı mekânlara sahip oldukları ve bundan dolayı bir arada bulunmadıkları dikkate alındığında Osmanlı aile şeklinin geniş aile şekli olmadığı sonucuna ulaşılmaktadır (Demirel ve diğerleri, 1992: 105).

Her ne kadar demografik veriler, Osmanlı reaya aile yapısını çekirdek aile olarak yansıtıyor olsa da söz konusu ailelerin ataerkil ve üç kuşağın bir arada yaşadığı bir yapıda olması, bu yapının ne derece çekirdek aile olarak adlandırılabileceği sorusunu da beraberinde getirmektedir (Canatan, 2011: 109). Ortaylı’ya göre (2006:3-4) günlük yaşam ve üretim faaliyetlerinde ailenin “büyük aile” yaşam  ve üretim kalıplarına uymaya meyillidir. Geleneksel şehir ve köylerde çekirdek aile şekli hayatın sürdürülebilmesi için uygun bir aile şekli değildir. Ailenin üretimde iş bölümünü ve güvenliğini sağlayabilmesi için üç kuşağın bir arada bulunacağı biçimde şekillenmesi gerekmektedir.

Osmanlı Devleti döneminin coğrafi sınırlarının genişliği, çok çeşitli kültürleri içinde barındırması dikkate alındığında tek tip bir aile yapısından bahsedilemeyecektir. Bunun yanı sıra reayanın tüccarlar, sanat erbabı ve köylüler olmak üzere çeşitli ekonomik ve toplumsal sınıfsal yapılardan oluşması nedeniyle hem şehir yaşamında farklı aile biçimleri meydana gelmiş hem de aile yapısında köy ve şehir arasında farklılaşma ortaya çıkmıştır (Canatan, 2011: 108).

Osmanlı aile yapısında özgün örneklerden birisi de hanedan aile yapısıdır. Özellikle harem kurumu, bu aile yapısı şeklinde temel belirleyici durumundadır. Toplumsal sınıflanmanın oluşturduğu bir başka aile şekli ise ulema aile şeklidir. Belirli bir eğitimden geçerek yönetim kademelerinde görev almayı başaran bu seçkin zümrenin sosyal yaşamı ve aile yapısı reayadan farklı şekillenmiştir. Yine hukuki olarak olmasa da fiili (de facto) olarak gayrimüslim soylular da ayrı bir sosyal tabaka olarak incelenebilir (Ortaylı, 2006: 30-51).

Osmanlı toplumsal yapısındaki çeşitlenme etkisini farklı günlük yaşamda aile şekillenmesi üzerinde de göstermiştir. Ortaylı (2006:7-28) bu alanlardan özellikle millet sistemi ve mahalle üzerinde özellikle durmuştur. Öncelikli vurgulanan nokta ise Müslim ve gayrimüslimler arasında yaşam ve aile yapıları arasında önemli farklar olduğu yönündeki yaygın kanaatin yanlış olduğudur. Çünkü kültürel etkileşim ve hayatın temel kurumlarındaki ortaklık oldukça yüksektir. Dini bir aidiyeti anlatan millet sistemi, Osmanlı’da farklı toplumsal pratiklerin dolayısıyla farklı aile yapılarının bir arada var olmasına imkân sağlamıştır. Bu toplumsal yapının kültürel ve mekânsal birimi olarak da “mahalle” ön plana çıkar. Geleneksel Osmanlı’da mahalle geleneksel bir kentin bir kesimidir ve henüz statü-sınıf farklılıklarının biçimlendirmediği fiziki bir mekândır. 18. ve hatta 19. yüzyıl başlarında, büyük şehrin mahallelerinde bile toplumsal sınıflandırmaya göre şekillenmiş, belirgin bir mekân farklılaşması yoktur. Mahalleler bir idari birim olmanın ötesinde dayanışma ve denetimin sağlandığı sosyal birimlerdir. Bu bakımdan mahalle, aile ile organik bir ilişki içinde bulunan dini, mahalli ve kültürel bir birim olmuştur.

Tanzimat Fermanı’nın getirdiği hukuki düzenlemeler, Osmanlı aile yapısının klasik devir aile yapısından farklılaşmasına sebep olmuş ve temelde idari bir dönüşümü hedefleyen yeni düzenin hukukun yanı sıra kadın, aile ve eğitim konularında da düzenlemeler getirmesi bu dönüşüme zemin oluşturmuştur. Aile yapısının modernleşmesinde bir başlangıca da işaret eden bu dönemde aile,  ekonomik anlamda üretici, tutumlu ve kendine yeter bir yapıda bulunan aile yapısının tüketim birimine dönüşmesine yol açmıştır (Canatan, 2011: 110-113).

İslam ümmetinin çoğalması ve güçlenmesi bakımından evlenip yuva kurmak ayrı bir fazilet olarak değerlendirilmiş olup ahiretteki neticeleri açısından Müslümanlar müjdelenmiştir. Hz. Muhammed (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Evleniniz, çoğalınız, çünkü ben ahirette sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere övüneceğim” (Muhammed, 2007:18-19). Nitekim İslam inancına göre evlenmek Müslümanlar üzerine şartları uygun olanlara bir farz olarak kılınmıştır.

Evlilikle temelleri atılan aile kurumuna İslamiyet öylesine değer vermiştir ki Hz. Peygamber Hadis-i Şerifte “Sizin en hayırlınız, ailesine karşı en güzel davrananınızdır” buyurmuşlardır. Bu nedenle İslam ahlakı açısından Müslümanların aile yaşantısına değer vermesi, eşlerin birbirine saygı, sevgi duyması ve destek olmaları beklenmiştir. Eşlerin evlilik birliğinin devamı için sorumluluklarını yerine getirmeleri son derece mühim bir yükümlülüktür.

İslam, boşanmayı bir hak olarak gerek kadınlara gerek de erkeklere tanımış olmakla birlikte Hz. Muhammed (S.A.V.) eşlerin evlilik birliğini sonlandırmalarını “Allah nezdinde helallerin en istenmeyeni” olarak ifade etmiştir (Kurt, 2012:400).

Hz. Muhammed’in yaptığı bu değerlendirme aslında iki önemli hususu ortaya koymaktadır: Birincisi aile kurumunun kutsiyeti, bir diğeri ise insana verilen önem. Aile kurumu basit hadiselerle nihayet bulamayacak kadar önemli telakki edilirken evlilik birliğinin çekilmez hale gelmesi karşısında da din insana son çare olarak kişilere bu hakkı tanımış bulunmaktadır. Önemli olan bu hakkın gerçekten evliliği kurtarmak için azami gayretin gösterilmesinden sonra ve keyfiyetten uzak olarak kullanılabilmesidir.

Burada değinmek istenilen bir diğer husus da İslam dininin boşanma gerçekleşmeden önce almış olduğu birtakım önleyici tedbirlerin varlığıdır. Kur’an-ı Kerim’de anlaşmazlık yaşayan çiftlerin her ikisinin de ailesinden seçilen hakemlerin bu kimseler arasındaki geçimsizliği gidermesi bir yol olarak tavsiye edilmiştir. Nitekim ilk kez 1917 tarihinde Osmanlı Hukuk-i Aile Kararnamesi ile hakemlik müessesesine “aile meclisi” adıyla işlerlik kazandırılmaya çalışılmıştır (Ünal, 2013:599).

Osmanlı toplumuna bakıldığında boşanma kural olarak erkeğin sahip olduğu bir hak olmakla birlikte zaman zaman kadınların da bu hakkı kullandığı görülmektedir. Bu hakkı kullanan kadınlar arasında Sultan kızları ve şiddet mağduru kadınlar görülmektedir. Sultan kızları, boşanma  hakkını nikâh akdi esnasında elde ederken şiddet gören kadınların da mahkemeler vasıtasıyla bu hakkı elde etmeleri söz konusu olmaktadır. Şöyle ki; eşinden şiddet gören kadın mahkemeye müracaat eder, burada bir daha şiddete maruz kalması halinde boşanma hakkının kendisinde olacağına ilişkin eşlerinden söz alırlardı. Erkek sözünü tutmayarak kadına gösterdiği şiddeti devam ettirecek olursa bu durumda kadın mahkemeye müracaat ederek boşanmayı gerçekleştirebilirdi. Osmanlı hukuk sisteminde erkeğin boşaması olan “talak”, kadının isteği sonucu gerçekleşen boşanma olan “muhalaa” ve hâkimin çeşitli sebeplerle evlilik birliğini sonlandırması anlamına gelen “tefrik” olmak üzere başlıca üç çeşit boşanma görülmektedir. Erkeğin tek yetkili olduğu boşama sayısının erkek ve kadının ortak rızalarıyla gerçekleşen muhalaaya  göre daha düşük olduğu görülmektedir (Kurt, 2012:400).

İslamiyet’in benimsenmesiyle Türk ailesi, İslamiyet’ten önceki aile yapısının durumunu daha da sağlamlaştırmıştır. Tıpkı evlenme gibi boşanma da hukuki bir kimliğe sahiptir. Şeriye sicilleri ve seyahatnameler boşanma hususunda kadının erkeğin karşısında korunmasız bırakılmadığını ortaya koymaktadır. Zira İslamiyet boşanmayı bir hak olarak tanımakla beraber İslam ahlakı son derece önemli sebepler olmaksızın kocayı bu hakkı kullanmaktan men etmiş ve hakkın istismarını yasaklamıştır. Peygamber Efendimiz “Karısını sırf şehvani arzularından dolayı boşayan kimseye Allah lanet etsin” buyurmuşlardır (Türkdoğan, 1992:48).

Tanzimat Dönemi’nde Fransız Medeni Kanunu’na yönelik fermanlar “başlık” gibi ağırlıkların kaldırılmasını önermişse de kültürel mirasın ve inanışların yanlış değerlendirilmesi nedeniyle radikal bir çözüme ulaşmak mümkün olmamıştır. “Kalın” veya “başlık” eski Türk yaşayışının mirası olup adeta aile müessesesinin sigortası vazifesini görmüştür. Bu kültür mirası İslamiyet’in kabulü ile pekişerek kadının evlilik kurumu içindeki yerini pekiştirmiş ve güvencelerini artırmıştır. Zira İslam Hukukunda nikâh sırasında koca tarafından hanıma verilmesi kabul edilen nikâh parası olan “mehir” iki türlüdür. Bunlardan ilki “mehr-i muaccel” yani peşin verilen ağırlık olup nikâhtan önce erkeğin kadına vermesi söz konusudur.

Bir diğeri ise “mehr-i müeccel” ayrılma ve ölüm halinde verilmesi gereken parayı ifade eder. Bunlar kadına boşanma ve dul kalma durumlarında ekonomik olarak güvence veren unsurlardır. “Kalın” veya “başlık” geleneklere dayalı bir nitelik taşımakla birlikte “mehr-i muaccel” ve “mehr-i müeccel” dini kurallara dayanmaktadır. İslamiyet ayrıca boşanmanın (talak) gerçekleşmesi açısından “iddet müddeti” olarak ifade edilen üç aylık bir bekleme süresinin tamamlanmasını öngörmüştür. Bu durumun gündeme gelmesi halinde erkek kadına mihrin tamamını vermekle mükelleftir. Bu durumun söz konusu olmadığı hallerde ise kadına normal ve makul bir rızık veya para ödemek gerekmektedir. Erkeğin iktidarsızlığı, din değiştirmesi ve eşinden normalin dışında cinsel birliktelik talep etmesi de kadınların boşanma talep edebileceği durumlardır. Kadının kusuruna dayalı olmayan boşanmalarda çeyizi kendisine iade edilir (Türkdoğan, 1992:49).

Osmanlıda boşanma meselesiyle ilgili önemli  bir yeniliğin de 1917 tedvin hareketiyle gerçekleştiği görülmektedir. Bahse konu “aile kararnamesi” ile devlet evlenme sözleşmesine müdahalede bulunmuştur. Bundan böyle “reddetme” otoritesi yani “talak” modern anlamda “boşanma” eylemine dönüşmüştür. Kadına boşanma hakkı tanınırken evlenme töreni esnasında üzerine evlenmemek ve evlendiği surette kendisi veya ikinci karısı boş olmak şartlarını koyabildiği bir düzenleme getirilmiştir (Türkdoğan, 1992:58).

İslam Hukuku açısından boşanma sonrasındaki duruma bakılırsa, kocası vefat eden veya boşanan kadın, gebelik durumu yoksa üç kere adet görmeden evlenmesi mümkün olamazdı. Kadının daha önceki eşinden hamile kalma ihtimaline binaen bu sürenin evlenmeksizin beklenmesi zorunluluğu getirilmiştir (Kurt, 2012:401)

Boşanmış ailedeki çocukların nafakalarının babaya ait olduğunu, ancak bakım ve gözetim yükümlülüğünün annede olduğu görülmektedir. Anne evlenir ya da annelik sıfatıyla bağdaşmayacak bir tutum içinde olursa çocuklar anneden alınarak onlarla ilgilenme imkânı bulunan birinci dereceden bir başka kadına verilmekteydi. Böylece çocuklar annelerinin evlenmesi nedeniyle yeni eşle aynı çatı altında yaşamak zorunda kalmıyordu (Kurt, 2012:401).

Osmanlı toplumsal yapısı içinde aile kurumunun korunduğu, yeni kurumsal düzenlemeler getirildiği, kadınlara da boşanma hakkının verildiği ve boşanmanın ancak belli şartlar altında olabileceği hükme bağlanmıştır. Osmanlı Devletinin dağılmasından sonra Osmanlının kültürel mirasçısı olan Cumhuriyet döneminde aile kurumunda yeni yasal düzenlemeler kabul edilmiş, ailenin kurumsal olarak güçlenmesi bakımından ilave tedbirlerin  alındığı görülmüştür.

Yorum yapın