Birey-Devlet İlişkisi | 18. Yüzyıl – 19. Yüzyıl Felsefesinin Öne Çıkan Problemleri

17. yy. felsefesinde mutlak monarşiye dayalı devlet sistemleri düşünülmüş, devletin her türlü gücü elinde bulundurmasının birlik ve beraberlik açısından zorunlu olduğu görülmüştür.

Bu görüşe kapsamlı olarak ilk karşı çıkış J. Locke tarafından yapılmıştır. Locke, mutlak monarşiye karşı liberal (özgürlükçü) bir devlet sistemini ileri sürmüştür.

Locke da Hobbes gibi insan doğasından yola çıkar, toplumsal sözleşmeyi kabul eder ama düşüncelerinin sonucunda mutlak monarşiye varmaz. İnsanların doğal ortamda özgür yaşadığını ifade eden Locke, herkesin eşit olduğunu ve birbiriyle dayanışma hâlinde bulunduğunu belirtir.

Eğer bir kişi bu düzeni bozar ve birine zarar verirse zarara uğrayan kişi, orantılı bir şekilde zarar veren kişiyi cezalandırma hakkına sahiptir. Cezalandırma işinde insanların öfkelerine yenik düşebileceklerini belirten Locke, bu durumun kargaşa yaratabileceğini söyler. Dolayısıyla hukukun güvencesi için haklarını insanların kendi istekleriyle siyasal bir otoriteye yani devlete devrettiklerini belirtir.

Ona göre doğal durumdan yapay duruma geçmek zorunludur. İnsanların kendi iradeleriyle kurduğu devlet düzeninde çoğunluğun dediği olmaktadır. Meşru yönetimin kaynağı çoğulcu iradedir.

Locke; devletin gücünü yasama, yürütme ve yargı olarak üçe ayırır (Şekil 4.1). Yasama gücü, kişisel haklar çerçevesinde görev ve yetkileri belirlenmiş kanun yapma gücüdür. Yürütme gücü, yasama gücünü kullanan iktidardır.

Güçler ayrılığı
Şekil 4.1: Güçler ayrılığı

Yargı gücü, yasama gücünün belirlediği hukuk kuralları çerçevesinde hem bireyler hem de birey devlet arasındaki uyuşmazlıkları çözümleyen güçtür. Locke’un düşünceleri, sadece bulunduğu dönemi değil günümüzü de etkilemiştir. Her ne kadar günümüz anlamında olmasa da güçler ayrılığı ilkesini benimsemesi, düşüncelerinin günümüze uzandığını gösterir.

Montesquieu, toplumdaki hızlı değişimlerin etkisiyle toplumu bilimsel olarak inceler. Gözlem ve deney yöntemini topluma uygular. O, toplumda yaşanan olayları tek tek inceler ve olaylardan genellemelere varır. Ona göre her yasa, kendini oluşturan fiziki bir veya birden fazla olayın gerçekliğine bağlı ve bir ilişkinin ürünüdür. Her yasa, bir başka yasaya bağlıdır veya tabiidir.

Montesquieu, iki toplum arasındaki ilişkiyi düzenleyen hukukun devletler hukuku, devlet içindeki siyasi ilişkileri düzenleyen hukukun siyasal hukuk ve kişiler arası ilişkileri düzenleyen hukukun da medeni hukuk olduğunu belirtir. Yasaların niteliğini, yapıldığı toplumun belirleyeceğini söyler.

Montesquieu; cumhuriyet, monarşi ve despotizm yönetim biçimlerini tanımlar. Cumhuriyet yönetiminde halkın söz sahibi olduğunu belirtir. Monarşide yöneticinin tek kişi olduğunu ve yasalar çerçevesinde yönetme gücünü kullandığını işaret eder. Despotizm yönetimindeyse istediğini yapma gücünün tek kişide olduğunu ifade eder.

İnsanın başkasının hakkını yemeden özgürce davranma yetisine sahip olduğunu belirten Montesquieu, bu özgürlüğün korunması için güçler ayrılığı ilkesini öne sürer. Devletlerde yasama, yürütme ve yargı güçlerinin bulunduğunu ve özgürlüğü kısıtlamamak için bunların birbirini denetlemeleri gerektiğini belirtir. Montesquieu, görüşleriyle günümüz devlet sistemini oluşturan ve güçler ayrılığını kuramlaştıran ilk düşünürdür.

Rousseau da devlete yönelik görüşlerini açıklarken doğal yaşamdan hareket eder. İlk insanın doğada tam olarak özgür ve eşit yaşadığını, yaşamının da toplumun kurulmasıyla son bulduğunu belirtir. Özellikle “mülkiyet” kavramının ortaya çıkmasının özgürlüğü ve eşitliği ortadan kaldırdığına işaret eder.

Özel mülkiyet anlayışının yayılmasının “hak” kavramını da oluşturduğunu düşünen Rousseau, bunu doğal yaşamın sonu olarak görür. İnsanların bir araya gelip zorunlu olarak “toplumsal sözleşme” yaptığını ve bunun doğrultusunda devletin kurulduğunu ileri sürer. İlk devletin varlığının başka bir devletin oluşmasını sağladığını, devletlerin giderek arttığını ve bu durumun da savaşlara sebep olduğunu düşünür.

Haksızlık durumlarına çözüm olsun diye oluşturulan toplumsal sözleşmenin insanları köleleştirdiğini belirten Rousseau, geriye yani doğal duruma dönüşün mümkün olmadığını söyler. Çünkü insanların bu ikilemden kurtulması mümkün değildir. Yapılması gereken şey, doğal yaşama uygun olan yasaların çıkarılmasıdır.

Toplumda kötülüğe yol açan unsurların ortadan kaldırılmasının tek yolu budur. Rousseau, medeni toplumun yasalarla düzenli bir bütün oluşturabileceğini düşünür.

Rousseau, insanların toplum içinde özgür olabilecekleri bir düzen oluşturmaları gerektiği görüşündedir. Mülkiyetlerin ortak güç tarafından güvence altına alındığı medeni toplumda herkesin bir arada bulunmasına rağmen bireysel olarak özgür olabildikleri bir toplumun oluşturulabileceğini belirtir.

Bilginin Kaynağı – Birey-Devlet İlişkisi – Ahlakın İlkesi – Varlığın Oluşu

Yorum yapın